4 Nisan 2014 Cuma

Back in Grey

Hayata karsi genel durusum, ve onun da bana karsi durup arada "TUT!-masaydim gidiyodun.." yapisini; bir iki sene once basimdan gecen su olayla ornekleyeyim.

Henuz Istanbul'da calistigim siralar. Yogun bir mesai gununde; en yakin AVM'nin ucretsiz musteri servisiyle ogle yemeginde gelmistim. Biz ortalama plaza calisanlari hep boyle yapardik. Yedigimiz her yemekte protein, karbonhidrat kadar da; sodekso tikit vardi. Buram buram kredi karti taksiti kokardi AVM ogle aralarimiz.

O gun de, yemege yalniz cikan her insan evladi gibi; gozum twitter'da, instagram'da; elimdeki sandvici kemiriyordum. Yan masaya, sade giyimli bir kadin ile 4-5 yaslarinda bir erkek cocugu oturdu. Kadinin elinde mekdanilds tepsisi, tepsinin icinde en kucuk boy hamburger ve yine en kucuk boyundan patates kizartmasi. Annesi cocuga patatesleri eliyle yedirirken cocuk mutlu oluyor, kadin daha da mutlu gorunuyordu. Sonra, baba geldi. Zayif, uzunca boylu, yine icerisinde bulundugumuz gosterisli AVM'nin sundugu (iteledigi) tarzlara nisbeten gayet sade giyimli bir adamdi.

Karsilarina oturdu. Ve cocugunun oyuncak hediyeli menusunu yerken menuden daha da "mutlu" olusunu seyretmeye basladi.

Eli patates kizartmasina uzandi; esiyle gozgoze geldi. Sanki "birak da cocuk yesin" gibi. Tabi bu arada, ben de bu sahneleri parca parca takip ediyordum. Icimden dedim ki; "vay skik dunya! uc kurusluk menuyu uc kisilik aile paylasmaya kiyamayazken, milyon tane semirmis plaza calisani, elimizde 'sadece 75 kurusa bir boy buyugunu aldigimi menu'; instagramda throwback thursday yapiyoruz, yolo yapiyoruz. Adaletini skym. #$%@". Tiksindim bir an kendimden, hic bir sey yapmayisimdan.

Ve fakat, bu dusuncenin uzerinden belki bir kac saniye gecmisken, adam masadan kalkti ve kalabaliga karisti. Geldiginde, elinde corbasi, bulgur pilavi, essek kadar kizarmis tavuguyla falan iki tepsi vardi. Nihayetinde ana baba, cocuk hamburgerini yerken, ekmegi bana bana bayaa bildigin Conan / Kara Murat olceginde ziyafet cektiler (Hatta adam arada cocugun patatesinden atiyordu lup lup).

Iste bunlar hep boyle.

PS: Blog yazip seksen sene ara vermek adettendir. Biz de uyalim. Soyle guclu bir donus yapiyim, fonda "Back in Black" calsin, bundan sonra duzenli ve saglam yazayim demek isterdim. Fakat maalesef  "I'm Back in Grey".


1 Kasım 2010 Pazartesi

Vichy Water

Dün akşam, premiere gösterimlerine iyi kötü ayarladıkları pelerinler ve plastik lightsaberlar ile giden Star Wars hayranlarının gösterdiği türden bir bağlılığı, "Casablanca" için gösterdiğimi bir kez daha kendim için gördüm: Bu, galiba beşinci izleyişimdi ve hala "I expected no less, Captain", "A franc for your thoughts" veya "We will always have Paris" sahneleri bendeki etkilerini tamamen koruyorlar.

Bu kadar çok etkilenmeme rağmen (yoksa "etkilenmem nedeniyle" desem daha mı uygun olur?) yine de filmdeki bazı noktaları tam olarak yakalayamamam ve bunları filmin "easter egg"leri olarak kabullenip hiç araştırmadan oldukları gibi bırakmam bazılarınıza biraz psikopatça gelebilir. Ama bende bu vardır; sanki bir şeyleri öğrendikçe, onların altındaki sırları çıkardıkça, o bilinmeyenlere sahip olan her neyseyse ondan bir şeyleri eksiltmiş veya güzelliğinden çalmış gibi oluyoruz. Cumanın haftasonundan daha güzel olması, "Bazıları der ki, Atlantis hala derinlerde bir yerde yaşamına devam ediyor"un "Atlantis sanılan bölge mercan kolonisi çıktı"dan daha güzel olması, vb.

Lafı uzattım, iyice keçiboynuzuna döndü bu kayıt. Her neyse; bu güzemli noktalardan birini dayanamayıp bugün çözmeye karar verdim: Son havaalanı sahnesinde , Captain Renault'nun tam içmek üzereyken vazgeçip elindeki "Vichy" suyu şişesini çöpe atması da neydi?

Derin bir araştırma yazısı gibi başladıysam da bu kayıt için tek bir "wikileme" ("to google" var da "to wiki"si de geldi mi bunun?) yeterli oldu.

Filmin geçtiği İkinci Dünya Savaşı Dönemi'nde işgal edilmiş Fransa'da hükümeti ele geçiren Marshal Philippe Pétain, Güney'deki işgal edilmemiş Fransa'dakilerin aksine Nazi Almanyası ile sıkı bir işbirliği içerisinde bulunmuş ve Nazilerin kara listesindekiler ve bütünüyle bu listenin bir altkümesi olan Yahudileri yakalamak için onlara destek veren baskınlar yapmış.

Eee, bu durumda, ilk başta Major Strasser'e kibar ve fakat yine de soğuk görünen ("what's so warm about French anyway?" - Axl Rose); daha sonra Rick gibi iyice gıcık olan Captain'dan başka ne türlü bir davranış beklenirdi ki? Evet, belki Vichy suyu böbreklere, mideye iyi gelir ama arkadan da gümbür gümbür De Gaulle gelirken, tabii ki içmez o suyu atar çöpe.




Merak eden ve bu konuda benim gibi cahil olan varsa Google birleştirsin bizi. Ciao ciao.

" I remember every detail. The Germans wore gray, you wore blue." - Rick

21 Eylül 2010 Salı

11 Şubat 2010 Perşembe

Macera Tüneli

Biraz önce kahve içerken konuştuk; Macera Tüneli diye bir hikaye serisi vardı yav eskiden.
24'ten küçük fontlu ilk kitaplarımızı (tags: Jules Verne, Gülten Dayıoğlu, Tolstoy ve benim için istisnai bir durum olduğunu düşündüğün Erik von Däniken :) okumaya henüz başladığımız dönemlerde,
normalde bazen sıkıcı olabilecek "okuma" işini, kirli üniformalarımız üzerimizde evde seyrettiğimiz Darkwing Duck, Ninja Turtles (Channel 6 up your ass!) veya Beverly Hills Conconları (?) çizgi filmi
tadı almamızı sağlarlardı.

Beverly Hills Conconları (Ah ulan Bianca.. Ben Chester oldum amma sen nerdesin?)

"Gizemli adamı takip etmek istiyorsanız 50. sayfaya gidin" ya da "Jonathan'ı dinleyip yolunuza devam etmek için 17'ye geçin" gibi seçenekler sunardı bu kitaplar, her sayfanın sonunda. Bayağı değişik gelmişti; hatta kendi Macera Tüneli
hikayelerimi yazmaya kalkmıştım, 20 - 30 sayfada. Ne zaman risk almam, ne zaman düz mantık ilerlemem gerektiğini bilemezdim -gizemli adamı takip ederdim; sonra kafaya levyeyi yiyip ölürdüm: "Duyduğunuz son ses levyeli katilinizin kahkahası oldu".
Sonra bundan ders alıp başka bir hikayede, "salla başı, al maaşı" yaklaşımını izleyim derdim; Jonathan'ı, Mary'i dinleyip evde otururdum, tehlikeye atlamazdım bu sefer de evi sel basardı falan. Mutlu son'a HİÇ ulaşmadım. Çocuk zihnine yapılmış çok büyük bir depresyon atağı değil de nedir bu (Bu ataklara aslında çok çeşitli şekillerde maruz kaldık -sonraki yazımda bundan bahsediyim bari)?

Süper Bilgisayar diye bir tanesi vardı; onda biraz ilerlediğimi hatırlıyorum -en sonunda fena bişeyler olmamıştı. Zaten heralde bu olay bilinçaltı yapmış olacak ki, Bilgisayar mühendisi oldum sonra (ve hatta okulda bir kere gerçek bir süper bilgisayar görme
fırsatım oldu ama hikayedekinin yanına bile yaklaşamazdı valla).

Yaş ilerledikçe geçmişten daha fazla bahsetmeye başlıyorum, evet.

PS: Seriyi basan yayınevi iflas etmiş (yazıklar olsun bize). Ama yine de bir şekilde kitaplara ulaşmak isteyen varsa şöyle bir kontakt var: http://forum.donanimhaber.com/m_28336159/tm.htm

3 Şubat 2010 Çarşamba

24 Ocak 2010 Pazar

İç Donu



Hava bok gibi soğuk. İşe giderken ve işten dönerken havanın aynı karanlıkta olması, Dejavu FC'yi kendi evinde 1-0 öne geçiren golü atıyor. Aynı güzellikte bir kurtarış falan da yok; her gün kopipeyst işte.
Sokakta bir tek, o kısacık montla nasıl bu soğuğa dayandığını merak ettiğim simitçi var. O kadar erken ki "simitler daha gelmedi abi" diyor, yanına gittiğimde.

Servise biniyorum. Uyuyanlar, sabahın köründe house-trance gibi bişey dinleyenler, gereksiz detaylı telefonlarını kurcalayan (benim çalıştığım sektörde koskoca adamların, küçükken taso [oha lan!] kapıştırmamız gibi son teknoloji ürünü gadget'ları yarıştırdığını görürsünüz her yerde)
yolcular arasında beni en çok rahatsız edenler "sabah enerjikleri". Bu tür arkadaşlar gereksiz pozitif olup sinirime dokunurlar. Tamam, sabahları çok ters olurum ben ama
gecenin karanlığı kalkmamışken, kar yağarken, buz gibi bir havada pazartesi günü yeterince iğrençken, kişisel gelişim & nlp kitabından çıkmışçasına yüksek sesle "günaydın"lar,
espriler, asla bitmeyen muhabbet isteği hiç çekilmiyor arkadaşım. Bi vur kafayı yat, dışarıyı seyret. Hiç mi duymadın "dumanlı dağlar" diye türküleri, Seattle'ın grunge'ını hiç mi duymadın?
Biraz depresiflik alalım bu arkadaşa..

Veriyorum Telvin'i iç kulağa, servis penceresinden karı seyrederek (serbest çağrışım köşemizde bu hafta: ayı gördüm sen sandım) klip tadı yakalıyorum. Başka türlü çekilmiyor o pazartesi
sabahı.

"Şöyle iyi bir kar yağsa, havada mikrop falan kalmaz hem kuru soğuğu da kırar." - Anonim Taksici Deyişi

17 Ocak 2010 Pazar

Ignorance is bliss

Yine, boş zamanlarında Heidegger ya da Wittgenstein okuyan bir filoloji öğrencisi gibi derin mesajlar içeren bir yazı yerine, "acaba bir tek ben mi böyle hissediyorum?" dediğim bir tesbiti paylaşacağım.

Dün gittiğim bir konserde yeniden yaşadım; müzisyenler iyice gaza gelmiş, Fender'iyle, Zildjian'ıyla bir bütün olmuş ve headbang'in, ayakla tempo tutma ve moshpit'in bini bir para olmuşken; bir onda o "showstopper" olay gerçekleşir: Sahne önündeki güvenlik görevlisiyle göz göze gelirsin.

O anda öyle, gâvurun turn-off dediği, ortamdan kopuş gerçekleşir benim için. Belki empati bağımlısı birisi olduğum içindir, bilmiyorum ama, o siyah takım elbisenin altında terleyen, büyük ihtimalle benim gibi Anadolu'nun bağrından gelmiş olan adamda üzülme ve memnuniyetsizlikle karışık bir mutsuzluk hissederim hep. Client, Metallica, New Model Army.. Kimin konseri olduğu ya da güvenlik görevlisinin kimliği önemli değil, hep aynı his.

Sanki içinden "ulan şunların haline bak.. her şey ne kadar bozuldu. nasıl dinliyorlar bu müziği? yevmiyeyi alıp çıksam da serviste Nokia 6310'umdan Neşet Ertaş'ımı dinlesem.." dediğini ve yine de sabırla ve gelecekten umutsuz bir kabullenmişlikle işini yapmaya devam ettiğini düşünürüm. Ondan sonra gir bakalım havaya girebilirsen. Aklıma Konya'ya gidişlerim, ince belli çay ve o bodyguard'ın servisle döndüğü Bağcılar'daki evi falan gelir (belki de adam benden daha güzel bi evde kalıyo lan?!).

Biraz az düşünmek lazım.

"'Understanding is cruel', said the monkey, as it launched to space." - "Mind Eraser No Chaser" - Them Crooked Vultures*


*Arkadaş, ne albüm yapmış adamlar yau..